“Bilim” ve “İlim” günlük hayatta sık kullanılan ve aynı şekilde sosyal medyada da sıklıkla rastladığımız kelimelerdir. Ancak, nedense tam olarak neyi ifade ettikleri de aralarındaki fark da pek bilinmez… Üstelik, tam anlam ve farklılıkları netleştirilmemiş bu iki terimin sıklıkla kutuplaştırıcı amaçlarla kullanıldığına ve birini benimseyen insanların diğerini küçümseme, değersizleştirme eğiliminde olduğuna şahitlik ediyoruz. Özellikle, “İlim” ve İlim’in varmaya çalıştığı “hakikat” kelimeleri Teolojide ve dini literatürde çok kullanıldıkları için sadece bu alanla alakalı imiş gibi algılandıkları ve bu nedenle subjektivitenin ağırlıklı olduğu varsayımı ile “Bilim” fanları tarafından küçümsenmeye çalışıldığı dikkat çekmektedir. Oysa “İlim” ve “hakikat” kelimelerinin sadece dini metin ve konularla ilişkilendirilmesi çok yanlış, hatalı ve muhtemelen de kötü niyetli bir yaklaşımdır. Aynı şekilde, Bilim’in maddiyat veya materyal Dünya, İlim’in ise maneviyat ile ilgili alanlarda yapılan çalışmalarla ilgili olduğu şeklinde yine yanlış ve hatalı bir inanış da mevcuttur. Ben Bilim ile İlim arasındaki anlamsız sataşmaları biraz da Batı Tıbbı ile Doğu Tıbbı arasındaki çekişmeye benzetiyorum.
Vikipedia’da Bilim ve İlim ortak bir tanımla; “nedensellik, merak ve amaç besleyen, olguları ve iddiaları deney, gözlem ve düşünce aracılığıyla sistematik bir şekilde inceleyen entelektüel ve pratik disiplinler bütünü” olarak tarif edilmiştir. Ancak, ortak tanımdan hemen sonra da, “bir parantez açmak gerekirse bu tanımın “İlim” için geçerli olmadığının altını çizmek gerekir. Zira bilim somut, dünyevi ve evrensel olayları kendine konu edinmişken İlim manevi olaylarla da ilgilenebilir fakat somut kanıt sunmaz” şeklinde bir ifade ile hemen İlim’i farklı, daha az güvenilir bir yere yerleştirmişler. Kimse kusura bakmasın, ancak o iş öyle değil…
Umarım okuyacağınız bu yazı bu konuda neyin ne olduğunun ve ne olmadığının anlaşılmasına ve yanlış kullanım ve önyargıların ortadan kalkmasına hizmet eder.
Önce, “gerçek” (fact) ve “hakikat” (truth) terimlerini açıklığa kavuşturmamız gerekiyor.* Hani meşhur bir söz vardır, bir konuda çok sayıda “gerçek” olabilir, ancak sadece bir tane “hakikat” vardır diye… Evet, bu söz doğrudur, en azından çoğu vakada doğrudur. Peki bu gerçeklerden biri hakikatle aynı mıdır? Evet… Dolayısı ile, hakikat aslında gerçekler kümesinin bir alt elemanıdır. Bu nedenle de doğru bilgi veya çıkarıma ulaşmak, gerçekler kümesi içindeki hakikat’i bulmaktan geçer. Yani bir başka deyişle; “gerçekte bir hakikat vardır gerçekte gerçekten içeri…” Bu yönüyle aslında hem Bilim’in hem de İlim’in amacı hakikate ulaşmaktır. Lakin, söylenildiğinin aksine, Bilim’in hakikate ulaştığı durumlar olabildiği gibi, İlim’in her zaman hakikate ulaşacağı garantisi de yoktur… Yani, hakikate ancak İlimle ulaşılabilir; Bilim ise gerçeklere mahkumdur gibi genelleyici bir cümle geçerli değildir. Üzgünüm ama, okuduğunuz bu yazı da hakikati arayan bir yazıdır; bu nedenle belli bir tarafı tutanı sevindiren veya üzen açıklamalar yapma beklentinizi bir kenara bırakın lütfen…
Eyvallah… Bunu da anladık da… Peki neden birçok gerçek var ve fakat tek bir hakikat var… Endişelenmeyin, Einstein’a girmeden açıklayacağım size bunu. Hatta daha iyi anlaşılması için direkt olarak bir örnek üzerinden anlatacağım. Diyelim ki, içi görülemeyen, yani saydam olmayan bir kutu verdiler bize… Diyorlar ki bize, “bu kutunun içine bir şey koyduk, bunun tam olarak ne olduğunu bulmanı istiyoruz. Bulmak için kutuyu açmak dışında herşey serbest”… Tabii, bu kutunun içinde herşey olabilir; Schrodinger’in Kedisi bile :))
Evet, görev bu… Şimdi Bilim teknolojinin sunduğu tüm olanakları da kullanarak bunu tespit etmeye çalışır. Mesela, kutunun boş örneğinin ağırlığı, ısısı, belirli fiziksel etkilere (ısı değişimi, darbe, manyetik alana maruz bırakmak gibi) yanıtı ile dolu kutunun yanıtları arasındaki farkları karşılaştırır. Kızılötesi, morötesi veya X ışınları ile farklı açılardan fotoğrafını çeker. Gerekirse MR gibi daha ileri çalışmalar yapar veya kutuda açtığı ufak deliklere yerleştirdiği skopik cihazlarla görüntüleme yapar, vs., vs… Bu çalışmalar ne kadar zekice yapılırsa (tek bir yönden değil de tüm yönlerden görüntüleme, daha fazla faktör veya özelliği gözönünde bulundurma gibi) ve teknolojik olanaklar ne kadar çok kullanılırsa kutu içindeki şeyin ne olduğuna o kadar çok yaklaşılır. Dolayısı ile, kullanılan teknolojinin kalite ve sayısı ve gözlem ve analizlerin yeterince zeki yapılıp yapılmamasına bağlı olarak her Bilimadamı farklı bir sonuca ulaşabilir. Şu meşhur “kör adamlara fili elletmişler her bir kör kişi sadece bulunduğu yerden ellediği kısma göre (hortum, boynuz, bacak, kuyruk, burun, kulak, gövde gibi) fili tariflemiş” hikayesinde olduğu gibi (ki bu örnekte gerçeklerin hiçbirinin hakikatle örtüşmediğini GÖRebilirsiniz) … İşte, Bilim’in araştırmaları sonucunda bulduğu sonuçların (yani kutu içinde ne olduğuna dair tahminlerin) her biri birer gerçektir. Peki “hakikat” nedir? Kutuyu açıp içine baktığınızda gördüğünüz şey… Şanslı iseniz gerçeklerden (çıkarımlardan) biri kutunun içindekine (hakikate) denk gelir ve maalesef ki çoğu vakada ise bu gerçeklerden hiçbiri hakikate uymaz.
Peki, Bilim bu şekilde çalışıyor da İlim ne yapıyor? Kutuyu mu açıyor? Kural kutuyu açmamak değil miydi? Evet kural kutuyu açmadan içindekini bulmaktı. Dolayısı ile, İlim de aynı kısıtlama ile işini yapmak zorunda. İlim Bilim’in kullandığı her yol ve aracı kullanıyor ve farklı olarak Bilim’in kullanmadığı veya kullanmayı red ettiği araçları da devreye sokuyor. Bu bilgiye göre, Bilim İlim kümesinin bir alt elemanıdır; aynen yukarıda gerçek-hakikat bağlantısında belirttiğim üzere… Dolayısı ile, aslında İlim Bilimi red etmemektedir; ancak Bilim’in ne olduğunu bilmeyen sözde Bilimadamları “İlim”i red ederler ki bu da dolaylı olarak kendi yaptıkları işi red etme anlamına gelir.
Gerçek ve hakikat arasındaki farkı bir de Matematiksel olarak ifade edeyim (nedense bunu yapmayı çok seviyorum :)) ) … Gerçekler araştırma konusuna uygulanabilen (veya araştırma konusu parametreler arasındaki ilişkiyi gösteren), ancak her durumda geçerli olmayan [belirli x değerleri için tanımsız olan veya eşitliği sağlamayan diyelim] farklı y = f (x) fonksiyonlarıdır. Hakikat ise, araştırma konusuna uygulanabilen (veya araştırma konusu parametreler arasındaki ilişkiyi gösteren), ancak istisnasız her durumda geçerli olan tek bir y = f (x) fonksiyonudur. Bilim ve İlim her koşulda geçerli olabilecek olan y = f (x) fonksiyonunu/denklemini [yani hakikati] bulmayı amaçlar. Ancak, aşağıda bahsedeceğim sınırlamaları yüzünden bu konuda Bilimin işi daha zordur.
Başka bir boyuttan baktığımızda gerçek izafi olan, hakikat ise mutlak olandır. Ve Bilimin gücü arrtıkça mutlak olana yaklaşılır. Örneğin; bulunduğumuzu yerde güneşi tepede gören biri o anda Dünyanın her yerinde gündüzün yaşandığını düşünebilir. Bu o kişinin gerçeğidir. Aynı anda binlerce kilometre ötede olan biri için ise gerçek gece olduğudur. Hakikat ise, o an için koordinat bilgisi ile saat/güneş pozisyonu bilgisinin birarada verildiği bir bilgiyi içerir.
Bu konuda bir özdeyiş daha üreteyim (bunu yapmayı da çok seviyorum :)) )… “Hakikate giden yol çoğu kere gerçeklerden geçer”… Burada gerçekleri metaforik olarak tecrübemizi arttıran hatalar olarak da düşünebilirsiniz. Bazı gerçekler hakikate çok yakın olabilir, ancak unutmamalıyız ki, bazı konularda ufak bir fark bile doğrunun çok uzağında kalır ve birilerinin hayatına dahi malolabilir… O yüzden gerçeklerle yetinemeyiz, yetinmemeliyiz. Bu nedenle de gerektiğinde, Bilimin doğru kabul ettiği her bilginin (Nobel ödülü kazanmış bile olsa) gerçeği mi yoksa hakikati mi temsil ettiğini teyid etmemiz gerekiyor. Bu, her bir Bilimadamının/İlimadamının tartışmasız bir görevi ve değişmez bir prensibi olmalıdır.
İlim’in Bilimden farklı olarak neleri kullandığına geçmeden önce Bilim’i ve prensiplerini biraz daha izah etmem gerekiyor…
Bilim’i tanımlayan kaynaklar genellikle şu özellikleri olmazsa olmazları olarak listelerler: Objektif, mantıksal, olgusal, genelleyici, eleştirel, şüpheci, nedenselci, gözlemci, ölçümsel, istatistiksel ve deneysel. Bunların herbirini açıp yazıyı uzatmaya gerek yok, ancak aynı özelliklerin İlim’de de geçerli olduğunu belirtmem gerek. Bilim kendisinin farklı karakteristiğini, “savunmalarını somut kanıtlarla sunması” olarak ifade eder. Ancak, aşağıda göreceğiniz üzere, o iş tam olarak öyle değil…
Bilimsel yöntem yeni bilgi edinmek veya bilinen bazı bilgileri doğrulamak veya düzeltmek amacıyla, çeşitli fenomenleri araştırmak için ve geçmişte kazanılmış, öğrenilmiş bilgileri tamamlamak için kullanılan yöntemlerin bütününe verilen isimdir. Bilim kendi yöntemlerini (yani Bilimsel yöntemleri) kullanarak bilgiyi üretir veya teyid eder veya yanlışlığını ilan eder (veya başka bir deyişle, bulduğu gerçekler üzerinden hakikate ulaşmaya çalışır). Mesela, belli araştırmaları yaptıktan sonra “sigara, akciğer kanserine yol açar” diyebilir. Bu tabii gerçek olabilir; ancak hakikatten oldukça uzak bir bilgidir. Sigaranın masum olduğunu elbette ki söyleyemeyiz ve akciğer kanseri ile bağlantısı olma ihtimali de gerçekten yüksek; ancak, yine de yukarıdaki bilginin hakikat olabilmesi için sigara içen istisnasız herkesin akciğer kanseri olması gerekiyor ki gözlem ve istatistikler bunu doğrulamıyor.
Yukarıda da ipucunu verdiğim üzere, Bilimin (ve İlimin) nihai amacı üreteceği veya teyid edeceği bilgi konusunda Matematik’teki kesinliğe ulaşmaktır. Bunun için de Matematiği ve -daha da önemlisi- Matematiksel prensipleri kullanır.
Neyse, bu bilgi ve tanımları her yerde bulabilirsiniz. Şimdi her yerde bulamayacağınız, görmezden gelinmeye çalışılan kısımlara gelelim… Bir başka deyişle, Bilim’in arka bahçesine bir göz atalım. **
Bilim araştırma yaptığı bir konu veya parametre üzerinde etkisi olabilecek diğer tüm faktör veya parametreleri tespit eder, bunları ölçer ve etkinin yönü ve derecesini belirler… Aslında bu, tüm Bilimsel ve İlimsel çalışmaların özeti ve ana prensibidir. Peki… Ya araştırdığımız konu veya parametre üzerinde etkisi olan faktörlerden bazılarının varlığını bile bilmiyorsa/gösteremiyorsa veya varlığını bilse de bununla ilgili bir ölçüm yapamıyorsa… Doğru ya, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hala varlığı gösterilemeyen veya gösterilse bile ölçülemeyen bir sürü parametre var… Mesela, ışık spektrumunda 10 ila 0.01 nanometre dalgaboyu aralığında olan X ışını Wilhelm Conrad Röntgen tarafından 1895 yılında bulunmuştu. Günümüzde bu spektrumdaki ışınların belli bir maruziyette hücrelerde kromozom kırıklarına yol açabileceğini biliyoruz. Bu nedenle hamilelerin ve hamilelik şüphesi olanların radyoloji odalarına girmeleri istenmez. Şimdi bu X ışınları 1895 yılından önce yok muydu? Vardı tabii ki… Zaten bunu tespit eden Mr. Röntgen de bilinmeyen anlamında X ışını adını vermiş. Yani böyle bir ışık spektrumunu keşfetmek, bunu ölçebilmek, özelliklerini analiz edebilmek anlamına da gelmiyordu. Nitekim, Teknolojinin X ışınları ile ilgili ölçüm yapabilmesi ise bundan 20 yıl kadar sonra gerçekleşebildi. Peki, sizce Bilim şu an itibari ile Evren’deki tüm paramatreleri tespit edebilmiş ve hepsini de ölçebiliyor seviyede mi? Tabii ki hayır… Muhtemelen de hiçbir zaman Evrendeki bazı parametreleri keşfedemeyecek ve/veya keşfedebildiklerinin bazılarını da ölçebilmenin yolunu bulamayacak… En basitinden “Ruh” diye bir şeyden bahsediyoruz; Bilim bunu gösterebildi mi? Ölçebildi mi? Bilimsel yöntemlerle gösterilemedi, kanıtlanamadı diye Ruh yok diyebilecek miyiz? Eyvallah, belki de gerçekten Ruh diye birşey yoktur… Ama bunu Bilimsel yöntemlerle varlığının gösterilememesine dayanarak mı söyleyebileceğiz? Bu kadar basit mi?
Her neyse… Soruya geri dönelim… Ne demiştim? Ya Bilim araştırdığımız konu veya parametre üzerinde etkisi olan faktörlerden bazılarının varlığını bile bilmiyorsa/gösteremiyorsa veya varlığını bilse de bununla ilgili bir ölçüm yapamıyorsa… Bu durum söz konusu araştırmaya nasıl yansıtılır?… İşte burada sıkı durun… Çünkü yine söylenmeyeni söylemek bana düşüyor… Böyle bir durumda Bilim varlığını gösteremediği veya varlığını gösterdiği halde ölçemediği faktörleri yok hükmünde kabul eder. Daha doğrusu, araştırdığı konu veya parametre üzerinde etkisi olmadığı varsayımı ve önkoşulu ile hareket eder (1. madde). İşte burası -tabir-i caiz ise- Bilimin “düt” diyemediği yeridir… Bilim diyor (ve övünerek iddia ediyor) ki, “ben objektifim, nedenselciyim, genelleyiciyim ve mantıksalım; ancak, iş mevcudiyetine dair dolaylı bulgular olmasına rağmen varlığını somut olarak gösteremediğim veya varlığını gösterebilsem bile nicel olarak ölçüm yapamayacağım faktörlere gelince, kural olarak bu faktörlerin araştırdığım konu veya faktör üzerinde bir etkisi olmadığını veya ihmal edilebilir düzeyde etkisi olduğunu varsayarım”. Bakar mısınız lütfen şuna? Bilim’in kendi yetersizliğini örtmek, kamufle etmek için ileri sürdüğü, kabul ettiği varsayımın kendisi bile bilimsel prensiplere uymuyor ki. Yani her araştırmada öyle bir denk gelecek ki, varlığını gösteremediğiniz ve/veya ölçemediğiniz parametrelerin biri bile araştırma yaptığınız konu veya parametre üzerinde bir etkiye sahip değil. Etkili olan parametrelerin hepsi sizin gösterebildiğiniz ve ölçebildiğiniz parametrelerden ibaret olmak zorunda, değil mi? Ne kadar da bilimsel? Ne kadar da mantıklı? Ne kadar da objektif? Ne kadar da nedenselci? Ne kadar da genelleyici? Açıkcası Bilim burada demektedir ki, “ben bir faktörün varlığını somut bir şekilde ortaya koyamıyorsam veya somut bir şekilde ortaya koyabilsem dahi üzerinde nicel bir ölçüm yapamıyor isem, bu faktörü hiç yokmuş gibi kabul ederim ve başka faktör veya paramatrelere olan olası etkilerini de aynı şekilde yok kabul ederim”… Eyvallah güzel dersin de, Evren senin varlığını gösteremediğin veya ölçemediğin faktörleri Evrendeki diğer herşey için etkisiz eleman olarak yaratmak zorunda mı? Bir faktörün başka hiçbir faktör üzerinde hiçbir etkisi olmaması fikri yukarıda saydığım Bilimin prensipleri ile uyuşuyor mu? Sonuçta, ‘ben bu araştırmada şu şu faktörleri değerlendirme dışında bırakıyorum’ dersen, senin övüne övüne bitiremediğin objektifliğin nerede kalıyor? Sen böyle bir önkoşul ileri sürebiliyor isen, yeterliliğine ve yaptığın çalışmalar sonucunda elde ettiğin bilgilerin (kendi gerçeklerinin) doğruluğuna şüphe ile bakma hakkımız doğmaz mı?
Şimdi bunları yazmama bakarak Bilimi küçümsediğimi düşünmeyin lütfen. Tersine, Bilimi çok önemsiyorum ve değer veriyorum ve bir Bilimadamı olmaktan da çok mutluyum. Ancak, Bilimin zayıf ve yetersiz alanlarının da farkında olmamız lazım. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum. Burada bir tespit yapıyorum ben… Diyorum ki, Bilim prensip olarak tam kontrolu olmadığı hiçbir faktörü araştırmalarında bağımlı veya bağımsız değişken olarak kullanmaz. Bir başka deyişle, objektif ve somut olarak gösterip ölçemediği bir faktörü işe karıştırıp hatalı bir sonuç bulacağına, bu faktörü denkleme hiç dahil etmeyip bilinen ve ölçülebilen faktörlerle çalışmayı daha kabul edilebilir bir hata sapmalı bir çıkarım olarak (hakikate daha yakın bir gerçek kabulu ile) kabul eder. Bu onun seçimidir. Ve ancak, kabul edelim ki, yetersizliğinin ve zayıflığının da açık bir itirafıdır. Ama hangimize anlatıldı ki bu? Bilimi hep kusursuz, kurallarına uygun bir şekilde yapıldığı zaman tekrarlanabilir, aynı ve değişmez sonuçlara/bilgilere ulaştıran bir şey olarak bilmiyor muyduk? Bu kusuru veya sınırları hakkında konuşulduğunu duydunuz mu hiç? Bizim genellikle gördüğümüz ve duyduğumuz şey, mevcut bilgi veya bilinenle uyumsuz bir gözlem veya iddiada bulunulduğu zaman, televizyondaki bir Profesörün neredeyse aşağılayıcı bir tonda “bu konuda bilimsel bir çalışmanız var mı?” veya “bu konuda Plasebo kontrollu, prospektif, çift kör bir çalışmanız var mı?” şeklinde ezbere olarak kurduğu bir cümledir… Plasebo olayının ne kadar yanlış kullanıldığını dahi başka bir yazımda/kitabımda anlatmıştım; o da apayrı bir konudur…** Ancak, Bilimin Felsefesini (kuvvetli ve zayıf yanları ile) ve Bilimsel araştırma yöntemlerinin prensiplerini ve mekanizmasını bilmeyen insanların bu konuları en iyi bilen kişilermiş gibi ahkam kesmesinden gerçekten çok rahatsız oluyorum.
İnanın bana, Bilimi kullanarak bilgi ürettiğini düşünen bazı İnsanlar öyle tuhaf gerçeklerle ortaya çıkıyorlar ki, eskiden çok ukalaca bulduğum Wolfgang Pauli‘nin meşhur “bu yanlış bile olamayacak kadar saçma” sözünü takdir edesim geliyor.
Şunu açık bir şekilde itiraf etmemiz gerekir ki, bazı konularda Bilimsel çalışmalar yapmak neredeyse imkansızdır. Örneğin, ruhsal meselelerde (reenkarnasyon, telepati gibi) konuyla ilgili istatistik olarak karşılaştırabileceğimiz ölçülmüş veri toplayamazsınız. Maalesef, Bilim bu yetersizliğine bir çözüm üretmeye çalışmak yerine, bu tür konuları subjektif veya Bilimsel olarak yok hükmünde kabul etmektedir. Oysa bana göre bir sistem, çalışmadığı veya tıkandığı her durumu, yetersizliğini düzelteceği veya sınırlarını genişleteceği bir fırsat olarak değerlendirmelidir. Bilimin bunu yapmaması ve hatta üstüne analiz edemediklerini safsata, boş inanç gibi göstermeye yeltenmesi ona hiç yakıştıramadığım bir şey…
Bilimin bir yandan gösteremediği, somutlaştıramadığı faktörleri yok sayarken, bir yandan da CERN deneyinde olduğu gibi maddenin yapısını ve maddeyi bir arada tutan kuvvetleri araştırmak amacıyla, bu zamana kadar varlığını somut bir şekilde ortaya koyamadığı Evrendeki en küçük parçacıkları (Higgs bozonu gibi) gösterebilmek için inanılmaz bir para ve kaynak kullanımına gitmesi bana hem ilginç hem de açıklayamadığım bir çelişki olarak gelmiştir.
Neyse… Konumuza geri dönelim… Bilim’in başka bir eksiği veya zayıf yönü daha vardır (2. madde) … Bu da neredeyse tüm araştırmalarında Newton Fiziğini baz almasıdır. Kuantum (Parçacık) Fiziği de Bilimin ayrı bir koludur. Ancak, buradaki bilgi ve prensipler nedense Bilimin diğer konularında kolay kolay gözönünde bulundurulmaz. Oysa, Kuantum Fiziği, Evrendeki tüm atomların birbirleri ile (aralarındaki mesafeden bağımsız olarak) bağlantısı olduğunu gösteren ve gözlemcinin deney sonuçlarına direkt olarak etkisi olabileceğini kabul eden bilgiler çıkarttı ortaya… Birebir aynı koşullarda tekrarlanan bir deneyde tek bir sonucun değil, binlerce farklı olasılığın da gerçekleşebileceği bilgisini Kuantum Fiziğinden öğrendik (bu noktada muhtemelen, “iyi de o zaman hakikat de bir tane olamaz” diyeceksiniz. Bunu keyifle tartışırdım, lakin bu yazıyı çok uzatmak ve konu dışına çıkmak istemiyorum. Başka bir zaman inşallah :)) ). Nasıl Matematik işlem yaptığı tüm sayıları aksi belirtilmedikçe artı değerde ve skaler (yani yatayla sıfır derece açı yapan, vektörel yönü ve açısı nötr olan bir parametre) olarak kabul eder ve 2+2 her zaman için 4 eder derse (yani, aslında 2+2 her zaman dört etmez, bu ilk ikiyi ve diğer ikiyi nasıl tanımladığınıza bağlı), işte Bilim de, özel bir durum olmadıkça prensip olarak araştırma yaptığı her konuda Newtonian Fiziğin geçerli olduğunu kabul eder; Kuantum Fiziğinin bilgi ve yaklaşımlarına ise sadece belli durumlarda başvurur. Lakin, iyi de Evren sizin koyduğunuz sınırlarla işlemek zorunda değil ki. Kuantum Fiziği’nde saptadığınız bilgiler Evrenin çalışma şekli ile alakalı ise, siz nasıl olur da bazı durumlarda bu kurallar, dinamikler devrede olmaz veya çalıştığımız alandaki parametreleri etkileyen sonuçları olmaz diyebilirsiniz? Tabii Bilimin bunu yapmasının iki sebebi var: Birincisi Kuantum Fiziğinde yine bilinmeyen ve ölçülemeyen çok fazla faktör var. İkincisi, Dünyadaki tüm okullardaki eğitim Newtonian Fiziğine dayalı. Bu daha basit ve kullanılması pratik bir sistem. Yapılan tüm araştırmalara Kuantum Fiziği bilgi ve prensiplerini uygulayabilmeniz için hangi alanda çalışıyor olursa olsun tüm Bilimadamlarına Kuantum Fiziğini öğretmeniz gerekir. Bu da eğitim dahil olmak üzere tüm sistemin değiştirilmesini gerektiriyor… Onun yerine, Kuantum konularına SınırBilim olarak bakıp bu işlere sadece iyi bilenler bulaşsın demek daha kolay oluyor tabii… Oluyor da… Ama aynı zamanda da Bilimin başka bir eksikliğine işaret ediyor. Buraya da bir işaret koydum bile… Özellikle Tıp’ta ve Biyoloji’de Kuantum Fiziğinin prensipleri büyük ölçüde geçerlidir. Bu konuda böylesine güçlü ve önemli bir disiplini yokmuş gibi varsayarak sadece Newtonian Fiziği’nin kurallarına göre çalışmalar yapmaya çalışmak öyle kritik kayıplara yol açıyor ki? Bilim tabii ki Homeopatiyi, Akupunkturu, hacamatı red eder… Newton Fiziğinin kuralları ile bakarsanız ne kadar saçma ne kadar işe yaramaz yöntemler, değil mi? Ah keşke bunları geliştiren adamlarla karşılıklı olarak sohbet etme şansımız olsa idi… Yüzyüze konuşma şansımız olsa zekâ ve gözlem yetenekleri ile bizi yerin dibine sokacak insanlara arkalarından şarlatan muamelesi çekiyoruz…
Bilimin çoğu araştırmada maddenin Kuantum Fiziği’ne göre davranışını göz ardı ederek olaya sadece Newton Fiziği yönünden bakmasını biraz da ışık üzerinde yapılan çalışmaların tek taraflı olması durumuna benzetiyorum. Şöyle ki; ışığın hem dalga hem de parçacık özelliği gösterdiğini biliyoruz. Ancak, ışığa sadece dalga özelliği veya sadece parçacık özelliği üzerinden bakar isek, gözlemlerimizle çelişen ve ciddi eksiklikleri olan çıkarımlara varırız ve bu çıkarımların [gerçekler] hepsi de hakikatten farklı olur.
Bilimin üçüncü eksikliğinden bahsedeyim… Bilimin yine övüne övüne bitirmediği bir özelliği de interdisipliner olması, yani, farklı disiplinlerden elde edilen bilgileri birbirleri ile bağlantılandırmasıdır (!) (3. madde). Bunu yazarken -kusura bakmayın- birazcık gülme geldi bana… Çünkü o öyle demekle olmuyor… Bilimde birbirleriyle çok alakasız gözüken farklı disiplinler arasında bağlantı kurulduğuna çok az şahit oldum ben… Tam tersine bunu yapmaya çalışanlar sözde Bilimadamları tarafından aşağılanmaya çalışılıyorlar, Bilimi sulandırmaya girişmekle suçlanıyorlar. Tabii, Evrendeki dinamiklerin hepsi ille de sizin belirlediğiniz kategorilere göre birbirleri ile bağlantılı olmak zorunda, değil mi? Siz Evreni Evrenden daha iyi bilirsiniz çünkü…
Başka bir eksiğini daha söyleyeyim Bilimin… Bazen beceremediği, bulamadığı şeyler için “bunu saptamak imkansızdır” diye beyanda bulunur Bilim (4. madde) … Yani kendini adeta sınırlar. Ne kadar bilimsel, değil mi? Bu resmen kendi gelişimini inkâr edercesine erkenden havlu atma durumudur ve ben “yetersizim”in itirafıdır. Aslında tabii bunu söyleyen Bilim değil, Bilimin sınırları ile kendini sıkışmış hisseden bazı Bilimadamları. Oysa söylenmesi gereken, “Bilimdeki gelişmelerin sonucunda ileride bunu da saptayabileceğiz” cümlesidir. Söylenmeyen bu cümle, bilgi üretememenin veya “bilimsel olarak bunu göstermek imkansızdır” önermesinin de hazır bir mazereti olarak ve suçu Bilimadamına değil de Bilimin kendisine atarak bir kaçış yolu oluşturuyor… Çok açık bir şekilde şunu beyan etmek isterim ki, yeterli donanım, akıl ve planlı çalışmayla Bilimsel olarak her şey saptanabilir ve gösterilebilir.
Şimdi size Bilimin yukarıda zikrettiğim sınırlamaları ile ilgili bir örnek vermek istiyorum. Mesela, şu “belli bir bölgede depremin ne zaman olacağını kimse önceden bilemez” cümlesi… Cümle zaten son bahsettiğim hususu özetliyor (4. madde). Bakın, “şu anki teknoloji ve bilgimiz ile depremin ne zaman ve ne şiddet ve büyüklükte olacağını önceden tespit edemiyoruz” demiyorlar; “Bilim ASLA depremi önceden tespit edemez, bunu yapmaya muktedir değildir” diyorlar. Hatta depremin önceden tespit edilebileceğini iddia edenleri de şarlatanlıkla ve Bilimbilmezlikle suçlayacak kadar da ileri gidiyorlar. İyi de deprem sonuçta ruhsal alemdeki mistik bir olay değil ki; fiziki bir olay. Ben Deprembilimci olmasam dahi şu genel çıkarımı rahatlıkla yapabiliyorum. Belli bir bölgedeki fay ve bu fayın özellikleri tespit edilebiliyor ise, bu fayın maruz kaldığı stres faktörlerinin hepsi gözönünde bulundurularak bütünlüğünü artık koruyamayacağı, kırılacağı anı teorik olarak saniyesi saniyesine tespit edebilmeniz gerekmez mi? “Efendim çok faktör var, bu iş sandığınız kadar kolay değil”, vs, vs. mi diyeceksiniz? Elbette doğru. Çok fazla faktör var. Ve fakat bu faktörlerin hepsini (bağımsız değişkenler) tek tek tespit etmek ve bunun incelediğimiz fay (bağımlı değişken) üzerindeki etkisini tespit etmek Bilimin işi değil mi? Çok fazla faktör olması, hesaplamaların çok karışık olması bunun yapılmasının imkânsız olduğunu değil, henüz bütün bağlantılar üzerinde hakkını vererek çalışıp hesaplamalar yapabilen babayiğit bir Bilimadamının çıkmadığını gösterir.
Başka bir yönüne bakalım… Fay üzerinde etkisi olabilecek yeraltındaki elemanların hepsinin tespiti ve etkilerinin ölçülebilmesi teknolojik olarak şu anda mümkün olmayabilir. Ancak, bu bahsi geçen faktörleri görmezden gelmeyi veya denklemden çıkartmayı gerektirmez (1.madde).
3.maddeyi de bu örnek üzerinden görelim. Depremi sadece jeolojik faktörler üzerinden değerlendirip başka disiplinlerin sunduğu bilgilerle ilişkilendirmekten kaçınmak da bana göre Bilimin atgözlüğünü simgeliyor. Mesela, Kadir Sütçü isimli bir Deprem araştırmacısı var. Kendisi bu alanla ilgili bir Üniversite eğitimi almamış, akademisyen de değil. Ancak, deprem ile (öncesi, sırası, sonrası) hava olayları (Meteorolojik hareketler) arasında önemli ve artık bu kadarı da rastlantı olamaz diyeceğimiz bağlantılar, eşzamanlılıklar tespit etmiş. Ayrıca, karıncaların davranışlarını da gözlemlemiş ve bir sistem oluşturmuş. Yaptığı tahminleri de günlük raporlar halinde sitesinde sunuyor ve bu tahminleri %90’ın üzerinde tutuyor. Ancak, bu şahıs akademisyenler tarafından küçük görüldü, aşağılandı, değersizleştirildi. Oysa, Kadir Bey’in bütün yaptığı, Bilimin kendi özellikleri içinde öve öve anlattığı -ancak burada uyguladığını göremediğimiz- farklı disiplinlerdeki bilgileri ve kendi gözlemlerini kullanarak, araştırdığı konu ile bu konudan tamamen alakasız görülen faktörler arasında bağlantılar olduğunu istatistiksel olarak ve kanıtları ile ortaya koymaktı. Evet, belki araştırmalarında bazı hatalar yapmış olabilir, ancak burada ortaya konulan bir bilgi, bir patern (şablon) var. Deprem hakkında bilimsel olarak bir öngörüde bulunulamayacağı konusunda tabu oluşturan akademisyenler, sırf bu şahıs bu alanda Üniversite eğitimi almadı ve akademisyen değil diye iddia ettiği şeyleri dinlemiyorlar, araştırmıyorlar bile. Bu mudur Bilimin objektifliği, önyargısızlığı? Adam sizin aklınıza gelmemiş bir konuda bağlantılar kurmuş, daha doğrusu bazı bağlantıların olduğunu göstermiş. Sizin ona en başta saygı göstermeniz lazım (ki ben şahsen gösteriyorum); oysa, bunu yapacağınıza onu şarlatan ve karacahil ilan edip size sunduğu tüm bilgileri redediyorsunuz. Son büyük Kahramanmaraş depreminde kaç kişinin öldüğünü, öncesindeki depremlerde de ne kadar kayıplar verdiğimizi hatırlıyor musunuz? Bu insanların kaçı kurtulurdu acaba o gün gecenin bilmem kaçında şiddetli bir deprem olacağını önceden bilselerdi? Bilimde inat, gurur olmaz. Gerektiğinde, “ben yanlış biliyormuşum” veya “aklıma bile gelmemişti bu şekilde düşünmek” diyebilmek olmalı Bilimde ve Bilimadamında… Bunu diyebilenin önünde saygıyla eğilirim ve onu alkışlarım… Oysa, tüm Dünyada bu yukarıda sunduğum şablonun aynısını pandemi döneminde de yaşadık. Ego-gurur-menfaat çatışmaları o kadar çok cana zarar verdi ki… Neyse, girmeyelim yine o konulara…
Daha şimdi bu konulara tekrar girmeyelim dedim. Ancak, yine de son bir örnek vermek vesilesi ile bir hatırlatma yapmak istiyorum. Merih Hanım’ın sitesinde yayınlanan “Aşıların içerikleri ve aşılarla ilgili bilimsel çalışmalar” başlıklı son yazıma gözatmanızı rica ediyorum. Yazının ikinci bölümünde bir aşının aynı seriden dahi olsa iki ayrı flakonunun ve hatta aynı flakondan hazırlan iki farklı enjektörün içeriğinin bile birbirinin aynısı olmadığını ve her aşı enjektörünün içinde ne olduğunu bilmediğimiz ve mevcut teknolojimiz ile tam listesini çıkarmamızın da mümkün olmadığı onbinlerce farklı molekül ve hücre parçalarının olduğunu vurgulamıştım. Elimizde sabit bir bağımsız değişken olmadığı için aşılarla ilgili (günümüze kadar yapılmış olan geçmiş tüm çalışmalar dahil olmak üzere) hiçbir sağlıklı bilimsel çalışma yapılamayacağını da özellikle belirtmiştim. Burada da Bilimin yukarıda açıkladığım birinci maddedeki kısıtlılığına vurgu yapacağım. Aşı konusunda Dünyada birbirinin aynı iki enjektör bulamamamız olayını da bir an için görmezden gelin. Bahsettiğim onbinlerce ne olduğunun saptanamadığı ve ölçümünün de yapılamadığı moleküllerle (faktörlerle) dolu bir enjektörümüz var elimizde, değil mi? İşte Bilimsel araştırma karinesi gereği bu molekül/faktörlerin her biri aşılanan şahıslar üzerinde herhangi bir etkiye sahip değiller veya yok hükmünde kabul ediliyorlar. Peki, Bilimi bir tarafa bırakın. Sizce bu onbinlerce veya çok daha fazla olan moleküller bedene girdiği zaman beden tarafından hiçbir işleme tabi tutulmayacak ve metabolizmayla veya bizim hücrelerimizle hiçbir etkileşime girmeyecek mi? Hedef antijenlere karşı bir bağışıklık yanıt oluşmasını bekliyor ve kabul ediyoruz da bilmediğimiz ve fakat vücuda yabancı olduğu (ve aynı şekilde farklı antijen özellikleri taşıdıkları) aşikâr olan o kadar molekülün hiçbir etkisi olmayacağına nasıl ikna olabiliyoruz? Bir Bilimadamı bunları nasıl önemsiz ve ihmal edilebilir olarak görebilir? Hadi herşeye rağmen böyle varsaydınız ve bunların problem olmayacağına bu kadar da eminsiniz ve insanlara da ‘bizim sözümüze güvenip gönül rahatlığı ile aşınızı olabilirsiniz’ dediniz; peki o zaman neden aşı olanlara ‘aşıdan sonra olumsuz bir şey olursa tüm sorumluluğu kendi üzerime alıyorum’ şeklinde bir feragatname imzalattırıyorsunuz? Bu konuda birşey yazmayayım yazmayayım diyorum; ancak vicdanım dürttükçe dayanamıyorum…
Tamam… Konumuza tekrar geri dönüyoruz. Size yukarıda Bilim’in eksikliklerini, zayıf yönlerini ve sınırlarını anlattım. Bu anlattıklarım doğrultusunda, eğer başta “kanıta dayalı Tıp” tabirini kullananlar olmak üzere, yüksekten bir tonda ve ‘bilimsel konuşmayanı kaale almam’ havasında konuşan insanlarla karşılaşırsanız lütfen kendinizi ezdirmeyin. Çünkü Bilimin “kanıt” dediği şeye ulaşmak için seçtiği ve kullandığı metodoloji ve yorumlama ciddi eksikler içeriyor… Bu da çoğu vakada o kanıtı “şüpheli” yapmaya yetiyor… Bunu lütfen unutmayın.
Bu kadar Bilim yeter; biraz da İlim yapalım… Peki İlim nereden çıktı ve metodoloji, yorumlama ve kuralları açısından Bilimden ne farkı var? Herşeyden önce, İlim yukarıda sunduğum sınırlamaların hiçbirini kabul etmez. Zaten Bilimin bu bahsettiğim sınırlamaları yüzünden veya onun açıklarını kapatmak veya daha amiyane bir tabirle arkasını toplamak için ortaya çıkmıştır, yani ihtiyaçtan dolayı…
Bilim bazı konulara özellikle girmez, araştırma konusu dışında tutar. Çünkü bu alanlarda bilmediği, bilemediği veya bilip de ölçmeyi beceremediği bir sürü parametre vardır. Bu nedenle, kendisini madara edeceğine, ‘bu alanlar Bilimin konusu değildir’ diye çıkar işin içinden. Oysa, bu bile bilimsel değil ve sınırlayıcı. Bilim istisnasız her konuda kullanılabilmeli ve hiçbir alan veya konuyu hariç tutmamalıdır. İşte burada İlim tamamlayıcı bir görev üstleniyor. İlim konu seçmez, her alanı araştırma konusu olarak kabul eder, hem de bunu yukarıda saydığım Bilimin prensiplerini de koruyarak yapar.
Peki. Bilimin varlığını gösteremediği veya ölçemediği parametreleri İlim nasıl kullanabiliyor? İşte ikisinin ayrıldığı, üzerinde tartışmaların en çok yapıldığı en önemli husus bu… İlim bilgi veya veri kaynağı olarak işine yarayabileceğini düşündüğü herşeyi kullanır; Bilim gibi abartılı derecede seçici davranmaz. Mesela, kutsal metinleri, kadim medeniyetlerden aktarılan bilgileri ve hatta Mitolojik anlatımları değerlendirmeye alır, yeri gelir Medyumlardan (yani başka boyutlardaki varlıklara kanallık yapan insanlardan) gelen bilgileri kullanır… Tabii, bu eğilim bir Bilimadamı için bağnazlık olarak kabul edilebilir ve muhtemelen bir önceki cümleyi okuyan sizlerden de bazıları “olur mu öyle şey” diye içinizden geçirmişsinizdir. Ancak, hemen etiketleyicilerin tuzağına düşmeyin; ben burada sözde İlim veya sözde İlimadamlarından bahsetmiyorum. İlimadamı kutsal metinlerde geçen cümleleri veya bir Medyumun beyanlarını değerlendirmeye alabilir; ancak bilgileri körükörüne kabul ederek değil. Tartarak, biçerek, mevcut bilgi ve gözlemlerle uyumuna bakarak kullanır veya en azından Bilimin dinlemeye bile tenezzül etmediği metin ve cümleleri ‘acaba doğru olabilir mi’ diyerek teyid amaçlı olarak araştırma konusu yapar. Çünkü bu kaynaklardan, kendi boyutumuzdaki araçlarımızla tespit edemediğimiz ve belki de bu yolla tespit etmeyi hiç başaramayacağımız bilgiler akıyor. Tabii ki içlerinde yanlış, uydurulmuş ve hatta kasıtlı olarak yönlendirilmiş bilgiler olabilir ve muhtemelen vardır da… İlimadamı bu ihtimalin farkındalığı ile değerlendirir her kaynaktaki bilgiyi. Kutsal kitaplardaki bilgilerin ilahi bir güç tarafından yazılmadığı veya belirli kısımlarının İnsanlar tarafından değiştirilmiş olabileceği ihtimalini de gözönünde bulundurur daima… Bu o kutsal kitabın konusu olan dine imansızlık demek değildir. İman başka birşeydir. Çünkü zaten dinin ana felsefesi tam bir ispat olmadan inanmak ve iman etmektir. Dine iman etmek ile o Dinin kurallarını öğreten kutsal kitabın metninin içinde değiştirilmiş bir yer olup olmadığının veya her cümlesinin hakikat ile örtüşüp örtüşmediğinin araştırılması arasında bir çelişki olmadığını, tam tersine bunun o din için yapılabilecek en büyük hizmetlerden biri olduğunu düşünüyorum (bu arada ben de inanan bir insanım, ancak Bilimin ve İlimin bakış açılarını izah etmek için böyle çarpıcı bir açıklama yapmak zorunda kaldım. Yazdıklarımın veya anlatmak istediklerimin farklı bir yöne çekilmesini ve çarpıtılmasını istemem). Unutmayın ki, Bilimadamı Bilimin kriterlerini karşılamadığı sözde gerekçesi ile kutsal metinleri ciddiye bile almaz, dinlemez; İlimadamı ise dinler ve analiz etmekten imtina etmez… Bu önemli bir farktır… İlim ve hakikat kelimelerinin dinle ilişkilendirilmesi de bu yazdıklarımın ötesinde değildir aslında. Lakin, her konuda olduğu gibi bu hususta da suistimaller yapılıyor, etiketlemelere gidiliyor. Bu tuzaklara düşmemek lazım.
İlim teknolojik olanaklarla gösteremediği ve/veya ölçemediği faktörleri kullanabilmek için, içinde hala binlerce çözülmemiş sırrın olduğu canlılardan da istifade eder. Doğanın ve Evrenin bir parçası olan Hayvanlar (böcekler dahil) ve İnsanlar teknolojik cihazlarla ölçülemeyen birçok parametreyi algılayabiliyorlar; çünkü sistem bununla ilgili araçları bu canlıların içine yerleştirmiş. Biz canlılar hem frekans alıcısıyız hem de mükemmel bir frekans jeneratörü. En önemlisi de kollektif bilinçdışından bilgi alabiliyoruz. Bu nedenle, hayvanlar ve İnsanlar aslında gerçekten çok önemli veri kaynaklarıdır… Araştırılan konuda herhangi bir etki ile Bedende gelişen anlık değişim ve normale dönüşü veya cevapsızlığı (normalin devamlılığı) çeşitli cihazlarla ölçülerek veya Kas Yanıt Testi (Muscle Response Test; Kineziyoloji) ile kontrol edilerek “Evet” ve “Hayır” cevabını ayırd eden ve canlı sistemden bu şekilde bilgi alan yöntemler de İlim tarafından veri kaynağı olarak kullanılmaktadır.
Aynı şekilde, “dowsing” dediğimiz eşleşen frekans ile rezonansa girme prensibi ile çalışan (en ilkel şekli ile çatal şeklindeki zeytin dalı ile yeraltındaki su kaynağını arama olayı) cihazlarla da veri alınabilir. Bu veri kaynaklarına Radyonics, Radyestezi ve Havas disiplinleri de eklenebilir. Buralarda detaya girmeyeceğim; yazı zaten çok uzadı.
Yalnız bu son saydıklarım objektiviteden subjektiviteye geçiş riskini de taşıyor. Yani test eden veya test edilenin niyet ve uygulama şekli cevapları değiştirebilir. Bu nedenle İlimadamı uyanık olmak, her aldığı cevaba atlamamak ve gerektiğinde teyid amaçlı olarak farklı kaynakları kullanmak durumunda… Sonuçta İlim’in de mükemmel olduğunu söylemiyorum. Bilim’in eksiklerini tamamlamak için ihtiyaçtan doğduğunu ve alternatif yollarla bu açıkları kapatmaya çalıştığını anlatıyorum. Sonuç itibari ile, İlim de Bilim gibi bir seçim yapmış ve demiş ki; “Bilimin kabul ettiği teknolojilerle gösteremediğim ve ölçemediğim faktörleri Bilimin yaptığı gibi yok sayıp denkleme dahil etmemektense, daha az güvenilir kabul edilen yollarla da olsa bu faktörleri saptayıp denkleme dahil ederek hakikate daha çok yaklaşırım”. Farkı ve felsefeyi görüyor musunuz?
İlim; Numeroloji, Astroloji, Kutsal Geometri, Frekans Tıbbı, Parapsikoloji gibi Bilim’in soğuk baktığı ve dışlama eğiliminde olduğu alanlardan da çok istifade eder. Hem onlardan da yararlanmak hem de onları daha da geliştirmek için… Yani interdisipliner bilgi alışverişinden bahsedecek isek, Bilim İlimin eline su bile dökemez. İlim Kuantum Fiziğini kullanmakta da Bilimden çok daha istekli ve beceriklidir.
Mesela, Tasavvuf bilgisi ile Refleksolojiyi veya Mikrosistem bazlı uygulamaları bağdaştırmak, bağlantı kurmak ve buna bağlı olarak bazı çıkarımlarda bulunmak Bilimsel yaklaşım prensipleriyle mümkün değildir. Ancak, İlim’de bu sınırlama yoktur. Burada her disiplindeki bilgi başka bir disiplindeki bilgi ile birleştirilebilir, bağlantılandırılabilir. Benzer olarak, Ezoterizm, Metafizik, Fizyonomi (Yüz okuma), Palmistry (El okuma), Body language (Beden dili), İridoloji (gözün renkli iris kısmındaki beden haritasını okuma), Skleroloji (gözün beyaz sklera kısmındaki beden haritasını okuma) gibi disiplinler de Bilimin ciddiye almadığı, ancak İlimin önemli derecede istifade ettiği alanlardır.
Bakın Ruh, Büyü, lanet, nazar, başka boyutlarda yaşayan varlıklar, Sembolizm, Cymatics (sesin şeklini çıkartma), suyun ve diğer moleküllerin hafızası, besinlerin moleküler yapıları dışında titreşimsel (frekans) ve informatif (bilgisel) değerleri gibi konuların Bilim tarafından ciddiye alındığını, üzerinde araştırma yapılmaya değer olarak kabul edildiklerini gördünüz mü? Gözlemler birşeyin varolduğunu açık ve istatistiksel anlamda dikkat çeken bir şekilde ima ederken, sadece somut olarak gösterilemeyen ve ölçülemeyen bir şey benim için yok hükmündedir diye kestirip atan bir disiplin nasıl yeterli ve güvenilir olabilir? İşte birileri Bilimin bu tepeden bakan ve bana göre bağnazlığın da esas tanımına uyan bu tavır ve zayıflıkları üzerinde çalışmadığı, onu evrimleştirme konusunda çaba sarfetmediği için İlim ortaya çıktı.
İlim’in Evrene daha geniş bir spektrumdan baktığı açık. Ancak, özellikle veri için her kaynağı kullanabilme özgürlüğünün İlim’de önemli istismarlara ve ciddiyetsizliklere ortam yarattığını da görüyoruz. Bu, başta bazı din adamları olmak üzere birçok kişi tarafından suistimal ediliyor ve manüplasyon amaçlı olarak kullanılıyor. Bu tür insanların yaptığı şeyin İlimle hiçbir alakası olmadığını ve saçmaladıkları için Bilim-İlim kutuplaşmasının daha da derinleşmesine sebep olduklarını özellikle belirtmek istiyorum. Tabii, aynı şekilde Bilimde de manüplasyonun kralı yapılıyor. Pandemide de bunun örneğini çok gördük…
Peki… İyi bir İlimadamı nasıl olunur? Cevabım çok net. İyi bir İlimadamı olmak için önce çok iyi bir Bilimadamı olmanız gerekiyor. Bu da Bilimin temel prensipleri ve avantajları dışında eksiklik ve sınırlarını da bilmeyi gerektirir. Zaten bunların farkındalığında olursanız, İlime tepeden bakma gibi bir hataya da düşmezsiniz… Bilimadamlığından gelen bir İlimadamı, İlimin kullandığı kaynaklarda da seçici ve denetleyici olur. Aynı zamanda, interdisipliner bilgi alışverişini sağlayabilmek için de çok farklı ve alakasız görülen alanlarda dahi eğitimler alır. Farklı bakış açıları kazanmaya çalışır. Ve asla İlimi ve kendisini sınırlandırmaz…
Her neyse… Daha fazla uzatmadan sonuca gelelim… Ben bu yazı ile Bilimi değersizleştirmeyi, İlimi ise yüceltmeyi ve dolayısı ile birilerinin zaten yapmaya çalıştığı kutuplaştırmayı körüklemeyi amaçlamadım. Bilimin ve İlimin, gerçeğin ve hakikatın ne olduğunu izah ederek bu konuda bir farkındalığa ulaşmanızı istedim. Bilim ve İlim çoğumuzun sandığı kadar birbirinden ayrı değil. Hatta her ne kadar Bilim İlim’in alt kümesi olsa da pratikte birbirlerini tamamlıyorlar. Bilim İlim’in ayaklarının yere basmasına model oluyor. “Tamam” diyor, “benim kullanamadığım kaynakları kullanıyorsun, ancak dikkatli ol, kaynaklar yanlış veya yanıltıcı olabilir; kendini yakma.” İlim de diyor ki, “eksiklerinin farkında ol, Evren senin sınırlandırmaya çalıştığın kadar basit olmak zorunda değil, sınırlarının ve eksikliklerinin bilincinde ol ve kendini geliştir.” Evet, bu iki ana disiplinin birbiriyle yaptığı anlamsız ve zarar veren kavgayı sonlandırıp iş birliği içinde orta bir yol bulmaları ve birleşmeleri gerekiyor. Yeni oluşan ana disipline hangi ismi vereceğimizin bir önemi yok. Yeter ki, daha kolay bir şekilde veya nihayetinde bize zaman kaybettirecek ve belki de zarar verecek birtakım ‘gerçekler’e değil de ‘hakikat’e ulaşmamızı sağlayabilen bir ana disipline dönüşsün. Çünkü tüm insanlığın buna ihtiyacı var…
Saygılarımla. 04.06.2023
Doç. Dr. Cüneyt Konuralp
*: Bu vesile ile bir açıklama yapmam gerekiyor. Birinci baskısı Ocak 2023’te çıkan “Bağışıklığın arka bahçesi: ‘Bilim’in gerçeklerinden ‘İlim’in hakikatlerine” adlı kitabımın künyesinde kitap başlığının İngilizce karşılığında benden kaynaklanan bir hata nedeniyle “gerçek” için “truth”, “hakikat” için ise “fact” kelimeleri kullanılmıştı. Oysa tersi olması gerekiyor. Bu hatayı kıymetli bir dostumun uyarısı sayesinde farkettim ve ikinci baskıdan itibaren künyedeki İngilizce karşılığı “The backyard of the Immunity: From the facts of Science to the truth of the Absolute Knowledge” olarak düzeltildi.
**: Bilimsel araştırmaların nasıl yapılması gerektiği ile ilgili daha farklı ve ekstra bilgiler için kitabımda veya Merih Hanım’ın sitesinde bulunan 5. ve 10. yazıları ve Merih Hanım’ın sitesindeki “Aşıların içerikleri ve aşılarla ilgili bilimsel çalışmalar” başlıklı son yazımı okumanızı öneririm.
Doç. Dr. Cüneyt Konuralp’in Tüm Yazıları >>>
YAZI 1- Bağışıklığın takibinde antikorlar doğru kriter mi?
YAZI 2 – Aşısızların mutasyona sebep olup aşılıları riske attığı doğru…?
YAZI 3 – Mutasyon halka algılattırılmaya çalışıldığının aksine, KÖTÜ DEĞİL, İYİ…
YAZI 4 – mRNA Aşılarındaki Grafen Meselesi
YAZI 5 – Dr. Cüneyt Konuralp’ten okuyucularım için özel derleme
YAZI 6 – Corona Gündeminde Sansür, Bilgi Kirliliği ve Gerçekler
YAZI 7 – Antikorlarla ilgili Saklanan/Bilinmeyen Gerçekler
YAZI:8 Yeni varyant Omicron (NU) üzerine
YAZI 9: Omicron varyantı iyi mi, kötü mü? Ne olacak şimdi?
YAZI 10: Plasebo, Nosebo ve Sebo etkileri ve Pandemi ile ilişkileri
YAZI 12: BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN GÖRMEZDEN GELİNEN YANI
YAZI 13: AYNA NÖRONLAR VE YÜZ TANIMA SİSTEMİ: FARKLI İNSANLAR YARATTIK
YAZI 14: AŞILARIN İÇERİKLERİ VE AŞILARLA İLGİLİ BİLİMSEL ÇALIŞMALAR